Gölge Büyücüsü

GÖLGE BÜYÜCÜSÜ

 
BİRİNCİ BÖLÜM

Yanan tütsünün acı kokusu odaya yayıldı. Büyük taş bir masa dışında bu odada hiç eşya yoktu. Küçük, kare biçimli bu oda yer seviyesinin çok altına inşa edildiğinden sıcaktı. Duvara yerleştirilmiş bir meşale odanın zifiri karanlığını dağıtarak etrafı loşlaştırıyordu. O loşlukta genç bir kadın sureti yerdeki tütsüden uzaklaşarak taş masaya yakalştı. Masanın üstündeki insan kemiklerini parmaklarının hafif dokunuşlarıyla birleştirmeye başladı. Dudaklarından ninniye benzer anlaşılmaz fısıltılar çıkıyordu. Biryandan da kafatasından ayak parmaklarına kadar bütün kemikleri sırayla yerlerine yerleştiriyordu. Hareketleri yavaş ve zarifti.
Saatler süren bir çalışmadan sonra son kemiği de yerine yerleştirdi. Yüzüne tatmin dolu bir gülümseme yerleşti. Ama dahaca işi bitmemişti. Daha işin başında sayılırdı. Ellerini masaya dayadı. Gözlerini yıpranmış kafatasına dikerek tüyler ürperten bir sesle kaba ve vahşi bir şarkı söylemeye başladı. Onun sesi acı sessizliği bir bıçak darbesi gibi yardı. Şarkısıyla duvarlar titredi. Ayakları altındaki mermer zemin içten gelen bir güçle titreşmeye başaldı. Ama genç kadın hissetmiyor gibiydi. Ya da belki de bütün bu sarsıntılardan hoşlanıyordu.
Sesini yükselterek kaba şarkısına devam etti.Parmakları masa üzerinde kıpırdanmaya başladı. Parmaklarıyla hafifçe masaya vuruyor ya da üçgen, daire gibi şekiler çiziyordu. Duvarlar daha beter sarsıldı. Zemin artık zangır zangır titriyordu. Meşale birdenbire sönüverdi; ama genç kadın farketmemiş gibi şarkısına devam etti.
Önündeki kemiklerin soluk beyaz bir ışıkla parladığını gördü ve dudakları hafifçe kıvrıldı. Şarkısının tonunu yavaşça değiştirerek yumuşattı. Parmakları masanın üstüne yüreğe benzer şekiller çizmeye başladı.
Gökgürültüsüne benzer bir gürlemenin ardından bütün oda kan kızılı parlamaya başladı. Tavandan akmaya başlayan bu ışık masanın üstündeki kemikleri sardı. Bunun üzerine genç kadın şarkısını monoton bir tona indirerek parmak hareketlerini hızlandırdı. Ve başkabir gürleme duyuldu, oda kör edici bir kızıllığa boyandı. Olmayan bir diyara açılan bir çatlak tavanı kapladı. Çatlağın ardından daha fazla kızıl ışık odaya doluyordu.
Çatlağın ötesinden gelen dehşet dolu sesler ve acı çığlıklar gençkadını bile ürpertmişti. Ama gençkadın sert bir sesle şarkısını söylemeye devam etti. Önündeki iskelet kan rengi bir ışık kozasının içinde kalmıştı ve bu koza iskeleti sarıp sarmalıyor; kaslara, damarlara ve ete dönüşüyordu.
Gençkadın büyük bir heyecanla şarkısına devam etti. Gürlemelere ve sarsıntılara aldırmadan büyüsünün sonunu getirmeye çalıştı. Et, kan ve kaslar iskeleti sarmaladı, açık renk bir ten etleri örttü, göz çukurlarına bir çift göz yerleşti, iskeletin ince parmaklarını örten derisinden tırnaklar uzadı, deriyle gerdirilmiş başından çıkan kestane rengi saçlar omuzlara doğru uzadı. Yer büyük bir gürültüyle sarsılırken gençkadın şarkısını bitirdi. Masadan bir iki adım uzaklaştı ve parmaklarını şıklattı. Masa birden ayağa kalktı. Masadaki beden görünmez iplerle bağlıymışçasına sarkıyordu masadan. Karşısındaki erkek bedenini büyük bir ciddiyetle inceleyen gençkadın tatminkar bir ses çıkardı ve derin bir nefes alarak yeni bir şarkıya başaldı. Yumuşak bir sesle acı şarkısını söylerken kollarını tavandaki çatlağa doğru uzattı. Gözlerini kapayarak konsantre oldu. Sarsıntıları ve gürlemeleri aklından çıkarıp tek bir isim üzerine yoğunlaştı.
Kendi bedeni etrafında yavaşça dönerek dans etmeye başladı. Çatlağın arkasında dehşet verici şekiller belirdi. Delicesine bağırıp çığlık atıyor, birbirleriyle sonsuza kadar sürermiş gibi görünen kavgalar ediyorlardı.
Gençkadının zihni çatlağın arkasına geçti. Hızla ilerleyerek acı dolu çığlık seslerine yöneldi. Biçimsiz yaratıkların ve uluyan canavarların yanından geçti. Sonra aradığını buldu. İşkence altındaki ruhu sıkıca kavradı; ama ruh direndi. Hep direnirlerdi zaten! Bu korkunç yerden kurtulmaya ne kadar hevesli olurlarsa olsunlar direnirlerdi. Hiçkimseye güvenemezlerdi. Kendilerini kandırmaya çalışan çok daha kötü bir iblisin pençesine düşme ihtimali hep vardı. Bu yüzden direnirlerdi; ama gençkadın uzun zamandır işkence gören ruhun uzun süre direnemeyeceğini biliyordu. Ve ruhun direnci zayıfladığında onu daha sıkı kavradı. Onu çekip küçük odaya getirdi. Avının elinden alındığı farkeden iblis kükreyerek peşlerine takıldı. Çığlığı yürekleri titretiyordu. Gençkadın durup savaşmadı. Savaşabilirdi ve iblisi büyük ihtimalle yenerdi; ama böyle aptalca bir savaş için gücünü ziyan etmeye değmezdi. Bıraktı iblis gelsin. Ne de olsa yaratık çatlaktan geçemezdi. Zira geçemedi de.
Gençkadın yakaladığı ruhu kollarını ileri uzatarak taş masaya bağladığı adama fırlattı ve iblis hayalkırıklığı içinde haykırırken son birkaç sözcükle büyüsünü bitirdi. Tavandaki çatlağın kapanmasıyla oluşan sarsıntıyla dengesini kaybedip dizlerinin üstüne çöktü. Oda yeniden karanlığa bürünmüştü. Gençkadının elinin hafif bir hareketiyle meşale yeniden yandı ve odayı loşlaştırdı. Ama gençkadın o loşlukta bile kendisine öfkeyle bakan bir çift buz mavisi göz görebiliyordu. Masanın
üstündeki bir yığın kemik yerini canlı bir adama bırakmıştı.


*     *     *



İKİNCİ BÖLÜM


"Adım Olimpia Noldar." dedi gençkadın yumuşak bir sesle. "Zentharylerin soyundan geliyorum."
"Bana ne!" diye hırladı adam hafif bir sesle. "Kim olduğunu öğrenmek istemiyorum! Beni buraya neden getirdin?"
"Seni buraya getirmemin sebebi bir zamanların en güçlü büyücülerinden biri olman." dedi kız sakince.
"Hıh!" Adam yüzünü buruşturdu. Kendisini masaya bağlayan görünmez iplerden kurtulmaya çalıştı. "Ne de çok işime yaradı ya! Cehennemde sıcak bir odayı garantilemek dışında yani!"
Kız adama yaklaşarak hafifçe gülümsedi. Bir elini adamın pürüssüz göğsünde dolaştırdı. Adam gözlerini kısarak ilgisini kıza yöneltti. "Bir ölüm büyücüsü." diye fısıldadı ve buz mavisi gözlerini kızın zarif bedeninde dolaştırdı. Bu loşlukta fazla bir şey göremiyordu; ama görebildiği kadarı yeterliydi. Kız çok güzel ve zarifti. Ayrıca da çok gençti. "Benden ne istiyorsun Zentharylerin kızı? Beni niye dirilttin?"
Kız muzipçe gülümsedi ve bedenini adamınkine bastırdı. "Seni istiyorum." dedi ve adamın ince dudaklarını yumuşakça öptü. "Seni bu yüzden yaşama döndürdüm, eşim olmanı istiyorum. Beraber dünyaya hükmedebiliriz."
"Dünyayı istediğim falan yok, senin olsun. Tek istediğim beni aldığın yere geri göndermen."
"Olmaz." dedi kız surat asarak. Boynundan ucunda çok yüzeyli bir kristal olan altın bir zincir çıkardı ve gitmek için direnen adamın boynuna taktı. "Artık bana bağlısın. Senin ve büyünün kontrolü bende. Zorla yaptırmam gerekse bile istediklerimi yapacaksın Yüce Büyücü Alburasebil Sirrus Navara. Sen artık benimsin!"
Olimpia birkaç adım geriledi ve hafifçe elini salladı. Bunun üzerine bağlarından kurtulan adam kızdan uzaklaştı. Taş masa yeniden ayakları üzerine yerleşti. Son parçası da küle dönüşen tütsü söndü.
"Neden seni seçtiğimi biliyor musun? Çünkü senin bu dünyada bir eşin daha yok, Sirrus. Sen teksin. Gölgeler sanatıyla uğraşan tek büyücüsün ve varis bırakamadan öldün. Tüm dünyayı karanlığa boğma planların işe yaramadı. Işığa tapanlardan biri seni durdurdu ve öldün. Yüzlerce yıldır cehennemde acı çekiyordun. Öldüğünde çok gençtin, sanırsam 26 yaşındaydın. yani benim şu anki halimden 5 yaş büyüktün. Planların işe yaramamıştı, neden? Çünkü yalnızca kendini düşündün. Ve düşmanlarını küçük gördün." Kız başını hafifçe eğdi. "Ama ben öyle yapmayacağım. Güç birliği yapmayı öneriyorum. İkimiz güçlerimizi birleştirmeliyiz. Biz yenilsek bile ardımızda bırakacağımız varisimiz -ikimizin çocuğu- intikamımızı alacaktır. Çünkü o ikimizin bir karışımı olacak ve hem Gölgebüyüsü'nü hem de Ölümbüyüsü'nü kullanıyor olacak. Böyle birini kim durdurabilir ki? Şimdi söyle; benimle misin, yoksa seni zorla mı elde etmeliyim?"
"Planın kulağa hoş geliyor; ama ben zorla elde edilmeyi tercih ederim." Adamın dudakları hafifçe kıvrıldı. Kız yavaşça yaklaşarak adama sarıldı ve sertçe öptü. Adam da yavaşça öpücüğe karşılık verdi. Sonra elini kızın sırtında dolaştırdı ve saçlarını tutarak başını geri çekti. "Bu kadar sululuk yeter. Şimdi giysi istiyorum ve bilmelisin ki ben yalnızca ipek giyerim. Anlaşıldı mı?"
Olimpia muzipçe gülümsedi. "Emredersiniz efendim!"

*     *     *

Aynı anda millerce uzakta bir kulede dünyanın çeşitli yerlerinden gelen büyücüler bir divan kurmuştu. Bu divanda yaşlı büyücülerin yanında gençler ve çıraklar da bulunuyordu. Yaşlılar hararetle tartışırken gençler dinliyor, çıraklarsa soluklarını tutup varılacak kararı bekliyordu. Aralarında en yaşlıları 200 yaşında olan Kuleninefendisi'ydi. Kafasının tepesi kelleşmişti. Yüzü kırış kırıştı. Saçı ve sakalı beyaz nehirler gibi ayaklarına kadar uzanıyordu. Gri gözleri yorgunca etrafındakileri süzüyordu. Adını, doğduğunda semalarda olan gezegenden (Satürn) almıştı. Kaliteli, pamuklu cüppesi saçı ve sakalı gibi bembeyazdı, üzerinde bu beyazlığı bozacak hiçbir leke yoktu. İnsanlar onu "Gölge Büyücüsü'nü öldüren Ak Satürn" olarak tanırdı. Ama Ak Satürn insanlar arasında dolaşmaktan hoşlanmaz genellikle kulesinde kalıp semaları gözlerdi.
"Sen ne düşünüyorsun, Ak Satürn?" diye sordu yaşlı büyücülerden biri. "Sence neyin peşindedir?"
"Onun güç kazandığını bize haber veren sendin." dedi bir başka büyücü. "Sence ne yapmalıyız?"
"Olimpia..." dedi Ak Satürn boğuk sesiyle. İsmi düşüncelice söylemişti. "Kesinlikle bir şeyler peşinde."
"Onu anladık!" diye söze karıştı başka bir büyücü sinirle. "Ama neyin peşinde, ne yapmalıyız?"
"Durdurulmalı." dedi Ak Satürn boğuk boğuk. "Ne planladığından emin değilim; ama kötü bir şey olduğu kesin. Kız daha 21 yaşında; ama şimdiden yarınızın toplamından daha güçlü."
"O halde onu sen durdurmalısın!" diye atıldı genç bir büyücü. "Tıpkı Gölge Büyücüsü'nü yendiğin gibi."
"Ben bu iş için fazla yaşlıyım." diye dudak büktü Ak Satürn. "Size yardım edemem. Başkasını seçin."
"Ben bu iş için gönüllü olabilirim." diyerek ayağa kalktı genç bir kız. "Ama ne yapabilirim bilmiyorum."
Ak Satürn kızı şöyle bir süzdü. Kızın kara saçları vardı ve örülmüştü. Sade gri cüppesinin tek süsü boncuklarla süslenmiş kalın deri bir kemerdi. Solgun yüzü ince ve zayıftı. Aslında kızn bedeni de oldukça zayıftı. Yine de kızda garip bir çekicilik vardı. Dudaklarında oynaşan hafif bir tebessüm bu çekiciliği daha da belirginleştiriyordu.
Büyücülerden birisi sahte sahte öksürünce Ak Satürn kızı incelemeyi bıraktı. "Seni seçme kararı benim üstüme vazife değil." dedi boğukça. "Ama baştan söyleyeyim Olimpia adlı bu kız Alburasebil'den bile tehlikeli olabilir. Çok hırslı, başarılı ve de en önemlisi çok güzel bir kız. Zehir gibi bir güzelliği var. Gözlerine direk bakanların onun karşısında hiçbir şansı olmadığı söylenir. Ulaşılamaz bir yerde yaşadığını söylememe bile gerek yoktur herhalde. Zentharylerin ölüm kokan Karakale'sinde yaşıyor, tıpkı ataları gibi."
"O halde onu nasıl durduracağız?" yaşlı bir büyücü perişan bir halde.
"Ben nereden bilebilirim ki?" diye patladı Ak Satürn sonunda dayanamayarak. "Onu durdurmanın yolunu kendi kendinize bulun!" Sonra da kimse bir şey diyemeden ortadan yok oldu.
Gri cüppeli kız büyücülere ve çıraklara göz gezdirdi. Düşünceli bir şekilde: "Bu işi tek başımıza halletmeliyiz." dedi.
"Bu sözleri söyleyen kişi, sen de kimsin?" diye sordu sert görünüşlü bir büyücü. "Kimsin ki akıl veriyorsun?"
"Adım Kavil. Akçılların sonferdi Kavil'im ben." dedi kız hafif bir alayla. "Ama bana 'Sansar' da derler."
"Neden?" diye sordu meraklı bir genç ve anında utanıp kızararak sustu.
"Bana Sansar derler; çünkü sansar da dahil bir çok canlının şekline bürünebilirim." dedi kız ve dudaklarında bir gülümseme oynaştı. "Şimdi izninizi istiyorum. Bu Olimpia adlı kız hakkında bir araştırma yapmalıyım. Düşman hakkında ne kadar bilgi toplarsam o kadar başarılı olurum." Kız eğilerek bütün büyücüleri selamladı ve hafif bir pop sesiyle bir atmacaya dönüşerek taş odanın açıkpencerelerinden birinden uçup gitti.

*     *     *




ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

“Şimdi daha iyisin ya?”
Olimpia tatlı tatlı gülümseyerek karşısındaki kara giysili adama baktı. Adamın açık renk teni ve buz mavisi gözleri siyah ipek cüppesiyle tam bir tezat oluşturuyordu. Kestane rengi saçlar dalgalar halinde cüppenin omuz kısımlarını örtüyordu. Adamın tırnakları bir erkeğe yakışmayacak kadar uzundu. Bileklerine deri şeritler bağlanmıştı. Teni çok açık renk olmasına rağmen yüzü oldukça yakışıklıydı. Hafifçe çekik gözleri ona egzotik bir hava katıyordu. Bu da adamın özellikleri arasında Olimpia’nın en çok sevdiği şeylerden biriydi. “Cüppen rahat mı? Sana yiyecek bir şeyler getirteyim mi?”
“Daha sonra.” Alburasebil kadife bir koltuğa rahatça kuruldu. Sonra da kızı kucağına çekti. “Şimdi bana planlarını anlatmalısın. Ne yapıyoruz? Açık bir saldırı yapmamıza yetecek kadar ordun var mı?”
“Ordum var; ama çok büyük değil.” Olimpia hafifçe gülümsedi. “Açık bir saldırıda bulunmayı şimdilik düşünmüyorum. Her şey yavaş yavaş gelişmeli ve kimsenin ummadığı bir zamanda ‘bam’ diye yumruğumuzu vurmalıyız! Şimdilik gizlice ordu topluyorum. Yine de büyücüler bir şeylerden şüphelenmiş olmalılar. Belki inanmayacaksın; ama dünya üzerindeki bütün büyücüler şu an bir kulede toplanmış benim akıbetimi tartışıyorlar! Dahaca bir şey yapmadım; ama beni yok etme planlarına başlamışlar bile! Gerçi senden haberleri yok. Şimdilik yok... Sen benim en büyük kozum olacaksın. Bu yüzden bir süre daha gizli kalmalısın.”
“Biliyor musun...” Adam gözlerini kısıp gülümsedi. “Şurada sadece birkaç saattir seninleyim; ama abartıya fazlasıyla meyilli olduğunu şimdiden fark ettim.”
“Tamam, bütün büyücüler bir kulede toplanmadı; ama oldukça büyük bir miktarı toplandı. Çıraklarını saymıyorum bile ki onlar da ustalarıyla beraber kuledeler.” İyice sokulan Olimpia adamın dudaklarını hafifçe öptü. “Üstelik başlarında çok güçlü bir büyücü var. Senin iyi tanıdığın biri... Ak Satürn olarak tanınır.”
“Satürn!” Adamın gözleri iri iri açıldı. “Beni öldüren Satürn mü? O hala yaşıyor mu?”
“Evet, 200 yaşında ve hala yaşıyor.” Olimpia gülümsedi. “Eğer planımız başarıya ulaşırsa onu sana verebilirim. Böylelikle ondan istediğin gibi intikam alabilirsin. Ama dikkat etmeliyiz, Satürn önemli olayları yıldızlardan öğrenmesiyle ünlenmiştir. Gerçi onun hakkında başka şeyler de duydum. Mesela... uzun süredir kulesinden çıkmadığı için keçileri kaçırdığını söylüyorlar. Suratsız ve mızmız bir ihtiyar olduğunu da söyleyenler var.”
“Demek hala yaşıyor...” diye mırıldandı Alburasebil.
...Kendisine karşı çıkanları ezip geçiyordu. 26 yaşına geldiğinde ve dünyayı ele geçirmesine ramak kaldığında tanışmıştı bu Satürn’le. Yakıp yıktığı kasabalardan tutsak olarak getirdiği gençlerden yalnızca biriydi Satürn. 16 yaşlarında toy bir gençti. Alburasebil onu özellikle yanına almıştı; çünkü çocuğun büyüye sahip olduğunu hissetmişti. Onu özel hizmetkarı yapmış, o görgüsüz velede birkaç hokus pokus numarası öğretmişti. Ve son savaş zamanı geldiğinde askerlerini güçlendirecek olan büyüyü okumaya başladığında çocuk da yanındaydı ve alçak sesle büyüyü tekrar ediyordu! Bunun sonucu olarak ikili etki oluşmuş, askerleri güç kaybederken kulesi başına yıkılmıştı. Bu yıkım sırasında Alburasebil ölmüş; ama nasıl olduysa Satürn birkaç sıyrıkla kurtulmayı başarmıştı.
“Evet, senin planlarını bozdu.” Dedi kız adamın düşüncelerine cevaben. Onun bu sözü adamı oldukça rahatsız etti. Belki de düşüncelerini okuduğu için adam bu kadar rahatsız olmuştu. “O yaşadı; ama sen öldün. Duyduğuma göre sen deliler gibi büyüyü durdurmaya çalışırken o senin büyüyle korunan taş masalarından birinin altına saklanmış. Kule yıkıldığında taş masanın altında güvendeymiş ve ne olduğunu araştırmaya gelen büyücüler tarafından kurtarılmış.”
Bu sözler adamı daha da sinir etmişti. Yaptığı hatanın yüzüne vurulmasından hiç hoşlanmamıştı. Sinirlice homurdandı ve kıza kalkıp yemek getirmesini emretti.
“Emrin olur aşkım!” dedi kız neşesini hiç kaybetmeyerek. “Yemeğini odada tek başına yemek zorunda kalacaksın. Ben burada olmayacağım.” Parmağını şaklattı. “Sevgili Ella birazdan yemeğini getirir. Ben Çığırtmaçların Kraliçesi tarafından bir ziyafete onur konuğu olarak davet edildim. Bu ziyafette sevgili prenslerini meçhul hastalığından kurtardığım için bana hediyeler sunacaklar. Gitmemezlik edemem, koskoca bir ülkenin bütün ilerigelenleri orada olacak. Sense odanda kuzu kuzu oturup benim gelmemi bekleyeceksin. Kimseyle konuşmayacaksın. Zaten Ella dilsizdir, konuşamaz.”
Olimpia öfkeden patlamak üzere gibi görünen adama öpücük göndererek odadan çıktı. Kendi odasına giderek günlerce sürecek olan ziyafet için hazırlık yapmaya başladı. Aslında hazırlıklarını günler önceden yapmıştı; ama bir kontrol etmenin zararı olmaz, diye düşünüyordu.
“Çığırtmaçların Kraliçesi...” diye düşündü alayla, siyah saten elbisesini çıkarıp kırmızı kadife cüppesini giyerken. “Kadına boş yere ‘Çığırtmaçların Kraliçesi’ demiyorlar. Her hafta bir parti düzenliyor ve partilerin bazıları günlerce sürüyor. Çığırtmaçları, habercileri ülkenin her köşesini dolaşarak bütün asillere davetiye dağıtıyorlar.” Hafifçe güldü. Bu kadını müttefiki olarak kabul ediyordu. Yıllardır bu kadınla iyi ilişkiler içindeydi ve onun biricik prensinin hayatını kurtarmıştı. Şimdi de ödülünü almaya gidecekti. Ama önce her şeyin hazır olduğundan emin olmalıydı.
Kızın gidişinin ardından Alburasebil öfkeyle odayı arşınlamaya başladı. Kapıya gidip dışarı çıkmayı düşündü; ama kapının kolu elini yakınca bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Büyü yapmayı da düşündü; ama aklına bir tane bile büyü gelmedi. Öfkeyle yumruğunu kapıya vurdu. Besbelli ki kapıya bir büyü yapılmıştı. Bu düşünce onu daha da öfkelendirdi. O sırada kapı sessizce açıldı ve siyah derili, tıknaz bir kadın elinde gümüş bir tepsiyle içeri girdi. Tepsideki yiyecek dolu tabakları odanın ortasındaki kare masanın üstüne bırakıp Alburasebil’e sert sert baktı.
“Ne var?” diye sordu Alburasebil ve kapıdan dışarı çıkmaya çalıştı; ama görünmeyen bir duvar kapıdan geçmesini engelliyordu. Derin bir nefes aldı, öfkelenmek bir işe yaramayacaktı. Yavaşça kendini sakinleştirdi ve cüppesinin hayali kırışıklıklarını düzeltti. Tepsiyi göğsüne yaslamış olan zenci kadının dikkatli bakışları arasında masaya yaklaştı, yemeklere şöyle bir bakıp rahatça bir sandalyeye oturdu. Ama kadın hala onu izliyordu. “Ne var?”
Zenci kadın birden irkildi, bir emir almışçasına odadan hızla çıktı. Çıkarken kapıyı ardından kapatmayı da ihmal etmedi.
“Bu Ella denilen kadın olmalı.” Diye mırıldandı Alburasebil ve kendisi için hazırlanmış yiyecekleri tatmaya başladı.
Yiyecekler tükendikten sonra zenci kadın tabakları toplamak için geri döndü. Griler karışmış koyu renk saçları ve yıpranmış giysileriyle biraz harap görünüyordu. Gümüş tepsiye kirli tabakları aceleyle yerleştirirken uzun eteği ayak bileklerinin çevresinde çırpınıyor, çıplak ayaklarını ortaya çıkarıyordu.,
“Sen Ella mısın?” diye sordu Alburasebil pencereye yaslanmış bir halde kadını süzerken.
Kadın şaşırmıştı. Kendisiyle konuşulmasına alışık değilmiş gibi baktı adama. Sonra hızla bir kez başını salladı.
“Sahibin gitti mi?” diye sordu adam bu sefer. ”Bana bir yere gideceğini söylemişti.”
Ella önce başını olumsuz anlamda salladı. Sonra bir takım el işaretleri yaptı.
“Ben de kiminle konuşuyorum!” Adam bıkkın bir halde içini çekti ve kadının aceleyle odadan çıkışını izledi. Sonra pencereye döndü. Dışarıda bir hareketlilik olduğunu belli belirsiz görebiliyordu. Ama hava kararmış olduğundan sadece oradan oraya koşuşturan karanlık şekiller görüyordu. Kısa bir süre sonra bir kırbaç sesi ve ardından da bir kişneme sesi duyuldu, sonra da nal sesleri. ”Eh, sonunda gitti anlaşılan.” diye düşündü. “Ne zaman geri döneceğini merak ediyorum.”
Şimdiden canı sıkılmaya başlamıştı. Ağır kadife perdeleri çekti ve odayı arşınlamaya başladı. Aklına Satürn geldi. Onu ele geçirmeyi öyle çok istiyordu ki! Ona uygulayacağı işkencelerle ilgili sadistçe şeyler hayal ederek uzun süre oyalandı. Bir süre sonra yeniden canı sıkılmaya başladı. Kendini kuş tüyü yatağına bırakarak gözlerini kapattı; ama hiç uykusu yoktu. Olimpia’yı hayal etti bir süre. Ne garip kızdı! Dünyayı ele geçirmeyi düşünüyordu; ama kraliçelerin verdiği ziyafetlere katılmayı da ihmal etmiyordu. Kendisi olsa bütün konsantrasyonunu planlarına vermiş olurdu. Oysa bu kız planları hiç düşünmüyor gibiydi! Bu sorumsuz kıza gerçekten güvenebilir miydi acaba?
“Belki...” diye mırıldandı. Sonra birden cehennemin dehşetini hatırladı. Kazanlarda kaynatılmış, ateş bacalarından sarkıtılmış, ısırılmış, tırmalanmış ve daha birçok işkenceye maruz kalmıştı. Bütün o işkenceleri hatırlayınca ürperdi. Ve sonra yaşama döndüğü anı hatırladı, cehenneme dönmeyi istediği o anı. Şimdi düşününce ne kadar da ahmakça geliyordu kulağına! Dünyanın nimetlerini tatmak varken cehennemin gazabına dönmeyi kim isterdi ki?
“Kesinlikle ben değil.” dedi gülümseyerek. “Bu dünyada tatmayı düşündüğüm onca nimet varken olmaz...”



Ak Satürn her zaman yaptığı gibi yine yıldızları gözlüyordu. Yıldızlar bir doğumu haber veriyorlardı, yıkım getirecek bir doğumu. Bu doğum hem Olimpia’yla ilgiliydi hem de değildi. Hem açıkça belirtilmişti hem de belirsizdi. Hem gelecekteydi hem de şimdiki zamanda.
“Yok daha neler!” diye homurdandı Ak Satürn. Bazen şu yıldızları hiç anlayamıyordu. “Belki de iki doğumdan bahsediliyordur. Biri doğmuştur... diğeri ise gelecekte bir gün doğacaktır. Olabilir mi?”
Çenesini sıvazlayarak düşünmeye başladı. “Şimdi doğmuş olan... Şimdi doğmuş olan... Yok canım, daha neler! Olimpia’nın bir çocuğu olsaydı bunu bilirdim! Başka bir şey olmalı. Ya da bu yıldızlar saçmalamaya başladı. Yine de her şey çok belirsiz... Sanki rayına oturmayan bir şeyler varmış gibi... İyice kafam karıştı yahu!”
Tekrar yıldızlara baktı. “Her şey Olimpia üzerinde yoğunlaşıyor gibi...” Ama daha dikkatli bakınca her şeyin Olimpia üzerinde yoğunlaşmadığını fark etti. Her şey iki suratı olan bir bebeğe bağlıydı.
“Bir bebeğin iki suratı olmaz!” diye karşı çıktı yıldızlara. “Bir bebek iki yüzlülükten anlamaz ki!”
Yıldızlarda gördüğü bebeğin yüz hatlarını inceleyerek cinsiyetini öğrenmeye çalıştı. Uzun bir süre baktıktan sonra: “Erkek.” dedi tatmin olmuş bir şekilde. En azından bebeğin cinsiyeti belliydi. Ama yıldızlar bebeğin babasının kim olduğunu söylemiyorlardı, sanki bu çocuğun bir babası yokmuş gibi! Ama bütün çocukların bir babası olurdu. “Bu çocuğun da bir babası mutlaka vardır. Babayı ortadan kaldırabilirsek çocuk da doğmamış olur ve Olimpia’nın bütün planları bozulur. Tabi her şey bu kadarsa ki ben bundan şüpheliyim.”
Çalışma masasının başına giderek koca günlüğünü eline aldı ve yıldızlarda gördüğü şeyleri tek tek yazmaya başladı. Arada bir kulesinde hala sürmekte olan tartışmaya kulak kabartıyordu. Bazı büyücüler dinlenmeye çekilmişti; ama birçoğu hala Olimpia’yı nasıl yok edeceklerini tartışmaya devam ediyorlardı. Sanki tartışmakla ellerine bir şey geçebilecekmiş gibi!
“Bir de gelip Olimpia’yı benim yok etmemi istiyorlar!” diye homurdandı boğuk bir sesle. “Sanki yapabilirmişim gibi... Alburasebil’i zor durdurmuştum ben! Daha doğrusu ahmaklığım onun yok oluşu oldu! Gücünü göstermek amacıyla beni yanına çağırıp büyüsünü okumaya başlamıştı. Sözcükler beni öyle heyecanlandırmıştı ki onları tekrarlamaktan kendimi alamamıştım. Tersine etkiye sebep olacağını ve kuleyi başımıza yıkacağını nerden bilebilirdim ki! Sonra ne oldu? Hiç yoktan kahraman oldum! Işığın Savunucularından biri Gölge Büyücüsü’nü yendi dediler. Sanki o zamanlar büyü yapmasını bilirmişim gibi! Alburasebil birkaç küçük büyü öğretmişti bana; ama bunlar gerçekten büyü bile sayılmazdı ki!”
İç geçirerek düşüncelerini toparlamaya çalıştı. “Sonra beni bulan o yaşlı Işık Büyücüsü tarafından yetiştirildim; ama artık epey yaşlandım. Bu tür maceralar hiç de bana göre değil! Dahası büyüleri hatırlamakta da zorlanmaya başladım.”
Acıyla yüzünü buruşturdu. Kırış kırış olan yüzü kağıt gibi buruştu. İşte yine başlamıştı! Midesi ağrıyordu yine. Odada şöyle bir dolanıp ilacını aradı; ama nereye koyduğunu hatırlayamadı. Bir elini midesine bastırarak dolabını ve kitaplığı kurcaladı; ama bulamadı ilacını. Sonra eğilip masanın altına baktı ve anında yüksek sesle inledi. “Bir bu eksikti!” diye düşündü sinirle ve inlemeye devam etti.
Yarım saat kadar sonra genç çıraklardan biri: “Seyyare!” feryatları duyarak odaya daldığında yaşlı adamı iki büklüm bir halde masanın altındaki bir şeye bakarken buldu. Yaşlı adam: “Seyyare!” diye bağırmaya devam ettiği için biraz çekinerek ve epey de şaşkınlıkla yaşlı adama yaklaştı.
“Orda bir şey mi var, efendim?” diye sordu saygılı bir sesle usulca. Sonra eğilip masanın altına baktı; ama orada her ne varsa göremiyordu. “Ben bir şey göremiyorum, efendim.”
Yaşlı adam öfkeden köpürerek avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. “Defol git, seni koca salak! Git bana Seyyare’yi getir! Masanın altına bakmayı da kes artık! Beni duymadın mı? Hala neyi bekliyorsun? DEFOL!”
Genç çırak: “Peki, efendim!” diye mırıldandı hararetle ve başını masaya vurarak yaşlı adamdan uzaklaştı. Bir an olduğu yerde durup deli olmasından şüphelenerek yaşlı adama baktı. Yaşlı adam daha beter bağırarak küfredip tehditler yağdırmaya başlayınca odadan dışarı fırladı. Ama nereye gideceğini, bu “Seyyare” denen şeyin ne olduğunu bile bilmiyordu! Sonra mutfağa inerek bulaşık yıkayan tombul bir kadına Seyyare’nin ne olduğunu sordu. Kadın, işine ara verip bu soruya uzun uzun güldü. Sonra sırıtarak cevap verdi. “Seyyare, kulenin efendisinin evlatlığıdır, delikanlı. Oldukçada güzel bir kızdır. Odası ikinci kattadır. Oradaki dört numaralı oda. Ama dur, gitme! Şimdi orada değildir. Kütüphaneye bakmalısın. Üçüncü katta koridorun sonundaki kapı.”
Genç çırak hemen mutfaktan çıktı ve oflaya puflaya merdivenleri çıkmaya başladı. Mutfak zemin kattaydı, yaşlı adamın odası ise beşinci katta. Oradan mutfağa inmek kolay olmuştu; ama tekrar yukarı çıkmak nefesini kesmişti. Üçüncü kata ulaştığında nefes nefese duvara yaslandı ve kısa bir süre dinlendi; ama yaşlı adamın çığlıkları aklına gelince koridorun sonuna doğru elinden geldiğince hızlı koşmaya başladı. Ama birileri koridoru aydınlatmayı unutmuştu anlaşılan, bu koridorda hiç ışık yoktu. Yine de koşmaya devam etti ve ne olduğunu bile anlamadan büyük bir gürültüyle oldukça sert bir şeye çarptı ve anında yere çakıldı. Bu sert şeyin büyük ihtimalle kütüphanenin kapısı olduğunu anladığında yüzünün rengi soldu. O sırada kapı açıldı portakal rengi saçları olan genç bir kız kapıda dikilerek ona şaşkınca baktı. Sonra acıdan sersemlemiş olan ve oldukça da utanan genç adamın yerden kalkmasına yardım etti.
Genç çırak şiddetle zonklayan başını tutarak: “Özür dilerim, kapıyı göremedim!” diye mırıldandı. Hayatı boyunca bunun kadar utandığını hiç hatırlamıyordu. Ama kız sessiz koridorda yankılanan neşeli bir kahkaha attığında kendini tutamadı ve kızla beraber kendi haline güldü.
“Daha dikkatli olmalısın!” dedi kız yumuşak bir sesle. “Senin adın ne?”
“Sayman.” diye yanıtladı genç çırak ve utanarak kızardı.
“Benim adım da Seyyare.” dedi kız, genç adamın kızardığını fark etmemiş gibi yaparak ve sonra da sakince portakal rengi saçlarını düzeltti.
“Seyyare mi?” Genç çırak bir an boş boş baktı. Sonra hatırladı. “Benimle gelmelisiniz! Yaşlı bir adam var yukarda, sanırım kendi odasında ve sizi çağırıyor!”
“Öyle mi?” Kız sakince kütüphanenin kapısını kapattı ve içerden gelen azıcık ışık da kaybolarak koridoru bir kez daha karanlığa terk etti. Ama kızın bir kelimesiyle küçük bir ışık topu belirdi ve koridorun bir kısmını aydınlattı. Kız hızlı adımlarla ilerlerken ışık topu da önünde ilerleyip kızın yolunu aydınlatıyordu. Sayman isimli genç çırak da aceleyle kızın peşine takıldı. Merdivenlere ulaştıklarında kızın bir sözüyle ışık topu kayboldu ve kız merdivenleri hızla çıkmaya başladı. Meşaleler yollarını aydınlatıyordu.
Yaşlı adamın odasına yaklaştıkça onun feryatlarını da duymaya başladılar. Kız hafifçe iç çekerek yaşlı adamın odasına koşmaya başladı. Genç çırak da nefes nefese onu takip ediyordu. Sonunda yaşlı adamın odasına girdiklerinde kız olduğu yerde kalakaldı ve kahkahayı bastı.
“Sa... sa... sanırım... bir... bir şey... arıyor.” dedi genç çırak nefes nefese.
Kız onun omzuna hafifçe vurdu ve sırıtarak yaşlı adamın yanına gitti.
Ak Satürn dönüp bakamadığı genç çırağa küfretti kızgınlıkla. “Bir şey arıyor, diyor hala ya! Benim burada sırtım tutulmuş, acıdan iki büklüm olmuşum hala bir şeyler aradığımı sanıyor! Çömezlerin yüz karası! Bir de gelmiş masanın altına bakıyor! Gülme sen de!”
Kıkırdayarak dolaplara bakan Seyyare üst raflardan birinden içinde yeşil bir macun olan bir kavanoz indirdi ve yaşlı adamın yanına döndü. Kavanozu yere bırakıp Satürn’ün cüppesinin sırtındaki fermuarı açtı ve yeşil macundan adamın sırtına sürmeye başladı. Bir yandan da kıkırdamaya devam ediyordu.
“Öööğyk! İğrenç kokuyor!” dedi Ak Satürn ve kokuyu biraz olsun engellemek için eliyle burnunu tuttu. Sonra da boğuk bir sesle ekledi: “Lanet şey leş gibi kokuyor!”
“Mızırdanmayı kes, büyükbaba!” dedi kız kaşlarını çatarak. “Burada seni düzeltmeye çalışıyorum! Hem masanın altına neden eğildin ki? Sırtının tutulacağını bilmiyorsun sanki!”
“Unutmuşuz işte...” diye mırıldandı Ak Satürn boğukça ve sırtına bir acı saplanınca inledi. “Az yavaş ol!”
Kız yeniden kıkırdadı. Şok olmuşa benzeyen genç çırağa dönerek: “Büyükbabam böyledir işte!” dedi. “Unutkan ve huysuz ihtiyarın tekidir. Senin için sarf ettiği bütün o kötü sözlere alınmamışsındır umarım?”
Genç çırak yavaşça başını sallarken Ak Satürn tekrar inledi. “Bu işkence ne zaman bitecek yahu! Canım çok yanıyor ve o sırtıma sürdüğün o şey iğrenç kokuyor! Boğulacağım burada!”
“Birazdan büyükbaba!” Seyyare içini çekti ve Sayman’a döndü. “Bana yardım edebilir misin?”
Sayman hemen kızın yanına geldi. Beraber Ak Satürn’ü yeniden ayağa kaldırdılar ve yürümesine yardım ederek yatağa götürdüler. Seyyare bir süre daha Ak Satürn’ün sırtını ovdu. Yavaşça gevşeyen Ak Satürn: “Bir şey daha var...” diye mırıldandı. “Mide ilacımı gördün mü? Midem çok feci ağrıyor...”
“Her zamanki yerinde, büyükbaba.” dedi kız bıkkınca ve Sayman’a ilacın yerini tarif etti. “Hayır, o değil, yanındaki.” diye başıyla işaret etti oğlan mor bir şişeyi gösterdiğinde.
“Bu mu?” diye sordu Sayman yeşil şişeyi eline alıp sallayarak. Kız başını sallayınca şişeyi getirdi. Ak Satürn’ü doğrultarak ona yeşil şişedeki sıvıdan bir miktar içirdiler. İlacın iğrenç bir tadı olduğundan şikayet eden Ak Satürn bir süre öğürdü. Ama o bile ilacın kokusunun sırtına sürülen macununkinden daha iyi olduğunu kabul ediyordu. Sonunda iyice sakinleşti ve uyumaya başladı. Büyükbabasının üstünü örten kız Sayman’ın kolunu nazikçe tutarak genç adamı odadan çıkardı. Sessizce merdivenlere doğru ilerlediler.

*     *     *





DÖRDÜNCÜ BÖLÜM


Merdivenden inmeye başladıklarında Sayman yeniden kızardı. “Aptallık ettim!” diye mırıldandı utançla. “Yani bir şey aradığını sanmıştım ama... Nerden bilebilirdim ki! Eğilmiş masanın altına bakıyor gibiydi aynı! Şey... O Ak Satürn’dü değil mi? Kulenin efendisi yani?”
“Evet, büyükbabam bu kulenin efendisidir.” dedi kız gülümseyerek. “Ve onu Ak Satürn olarak tanırlar. Büyük ve güçlü Ak Satürn! Ama artık eskisi kadar güçlü değil... Yaşlandı artık. Onu kendin gördün, devamlı bir şeyleri unutup duruyor. Romatizmadan şikayet ediyor, midesi ve başı ağrıyor. Eğildiğinde de sırtı tutuluyor. Ve daha bir sürü hastalığı var!”
“Evet.” dedi Sayman aklına söyleyecek başka bir şey gelmemişti. Sonra dönüp kıza baktı. 16’sından daha büyük göstermiyordu. Mavi gözleri ve kırmızıya boyanmış dudaklarıyla çok güzel görünüyordu. “İsmin... çok ilginç.” dedi kendini tutamayarak. “Seyyare... Anlamı ne acaba?”
“Bildiğin gezegen işte.” dedi kız gülümseyerek. “Eskiden adım bu değilmiş tabi; ama o zamanları hatırlayamadığım için büyükbabam evlat edindiğinde bana bu ismi vermiş.”
“Yıldızlara ve gezegenlere aşık bir adamdan başka ne beklenirdi ki zaten?” dedi Sayman ve anında kızardı. Bunları söylemek istememişti, sadece düşünmüştü! Tam özür dilemeyi düşündüğü sırada kız hafifçe gülerek onu şaşırttı.
“Haklısın. Büyükbabam yıldızları gerçekten çok seviyor.”
“Kaç yaşındasın?” diye sordu oğlan. Sonra aceleyle ekledi: “Yani... eee... genç görünüyorsun; ama büyü yapmana izin verildiğine göre bir çıraktan fazlası olmalısın.”
“Şey...” Bu kez kızarma sırası kızdaydı. “Aslında ben büyükbabamın yanında sadece bir çırağım; ama büyü yapmama izin verir. Bunu diğer büyücülere söylemezsin, değil mi? Sırf bu yüzden büyükbabamı cezalandırmalarını hiç istemem doğrusu.”
“Ah...” diye mırıldandı Sayman ve aceleyle ekledi. “Söylemem tabi; ama bu senin için tehlikeli değil mi?”
“Bazen tehlikeli, evet; ama her zaman değil.” dedi kız sakince ve umursamazca omuz silkti. “Çırakların hepsinin büyü yapmasına izin vermeliler bence. Daha çabuk öğrenmeye yardımcı oluyor. Dahası bunun nasıl bir şey olduğunu anlıyor, büyü yapmaya daha çabuk alışıyorsun.”
“Biliyor musun, çok haklısın!” dedi Sayman hararetle. “Ama benim ustam böyle bir şeye tamamen karşı.”
“Ustan kim ki senin?” diye sordu kız merakla. “Bu arada üst katlarda ne işin vardı?”
Sayman bir an için sessizleşti. Sonra yüzü sarardı. “Benim Ustam, Taş Büyücüsü Siana ne yazık ki! Ve... Gitmeliyim!” diyerek kızın yanından fırladı. O, üst kata doğru koşarken Seyyare arkasından şaşkınca baktı. Sonra başını iki yana sallayıp gülerek kütüphaneye geri döndü.

“Gün aydınlanıyor.” diye düşündü Kavil, doğmakta olan güneşe bakarak. Üç gecedir yoldaydı. Persus adasındaki Ak Satürn’ün kulesinden ayrıldığından beri üç gece geçmişti ve tekrar gün doğuyordu. Hala atmaca şeklindeydi ve geceyi bir dala tüneyerek geçirmişti. Yolculuğunun büyük bir kısmı suyun üstünde uçarak geçmişti. Arada bir birkaç küçük adaya rastlamış birkaç balık avlayarak karnını doyurmaya çalışmıştı. Şimdi ise daha büyük bir adada bir meşe korusunda tünediği yerden günün doğuşunu izliyordu. Kara Kale’ye ulaşmak için daha günlerce uçması gerektiğinin farkındaydı. Ama bunu her düşündüğünde içinin kararmasını engelleyemiyordu. Tiksintiyle tüylerini kabarttı; ama hemen sonra sakinleşebilmek için kanatlarını birkaç kez çırpmayı da ihmal etmedi. Tiz bir çığlık meşe ağaçlarının arasında yankılanınca başını çevirip sesin geldiği yere baktı. Tam tepesinde daireler çizen bir atmaca vardı. Kavil bakarken atmaca kanatlarını açarak aşağı süzülmeye başladı. Kısa süre sonra tüm zarafetiyle Kavil’in yanına konmuştu bile.
“Buralarda yenisin.” dedi atmaca başını zarifçe aşağı yukarı sallayarak. “Daha önce buralarda seni hiç görmedim.”
“Ben Gezgin’im.” dedi Kavil. “Buraya Güneş’in Battığı Yer’den geldim. O’nun doğduğu yere doğru gidiyorum.”
“Dostların sana Gezgin mi der?” Atmaca başını yana doğru eğerek uzun uzun kızı süzdü.
“Beni tanıyanlar Gezgin olarak bilir; ama çok uzun zamandır seyahat ettiğim için hiç dostum yok.”
“Ben de Gritüy’üm.” Kısa bir süre kanadındaki tüyleri gagasıyla düzelten atmaca yeniden Kavil’e döndü. “Bir yuva kurmak dileği gönlüne yerleşirse bir gün bana gelebilirsin. Kanatlarım senin için açık olacak. Ama uzun bir yola gidiyor gibisin. Bu topraklar hakkında haber ister misin?”
“Çok iyi olur.” dedi Kavil, atmacanın önceki sözlerine aldırmadan. “Bu topraklara ilk kez geliyorum.”
“Eğer güneş yönünde gitmeye devam edersen en az bir günlük mesafe sonra büyük suya rastlarsın.” dedi atmaca, başıyla güneşin doğduğu yönü göstererek.
Deniz, diye düşündü Kavil. Sahile vardığımda bir günü daha geçirmiş olacağım demek ki. Tekrar atmacaya dönerek: “Bu topraklar ve daha ilerisi hakkında ne gibi haberlerin var peki.”
“Her yerde olduğu gibi bu topraklarda da iki ayaklılar var.” Atmaca boğuk bir sesle öterek iki ayaklılara olan nefretini dile getirdikten sonra sözlerine devam etti. “Tepelerin eteklerine, geniş otlaklara ve su birikintilerinin çevresine yayılmış sürüler halinde yaşıyorlar. Dikkatli olmalısın. Oldukça vahşiler. Bizim gibi asil avcıları bile avlıyorlar. Hem de sadece tüylerimizi almak için öldürüyorlar bizi! O zayıf pençelerine taktıkları uzun tırnakları fırlatıyorlar ve bazen ne kadar çevik olsak da kurtulamıyoruz o garip tırnaklardan. Sonra da tüylerimizi alıp süsleniyorlar!”
Atmaca öfkeli bir çığlık atarken Kavil sakince bekledi ve gagasıyla sağ kanadının altını kaşıdı.
“Büyük suyun ötesine hiç gitmedim.” dedi atmaca biraz olsun sakinleştiğinde. “O tarafları bilmiyorum. Bütün hayatım bu topraklarda geçti. Ve inan bana hayatım boyunca bu iki ayaklılar kadar tehlikeli başka hiçbir yaratığa rastlamadım! Yalnızca...”
“Evet?” Kavil kanadını gagalamayı bırakarak atmacaya döndü. “Tehlikeli başka bir yaratık mı var?”
“Evet.” dedi atmaca sıkkınca. “ Ben onu hiç görmedim; ama görenler onun bir çeşit kuş olduğunu söylüyorlar. Tüyleri güneşi yansıtan, büyük, çirkin bir kuşmuş.”
“Bir ismi var mıymış bu kuşun?” diye sordu Kavil merakla. Ama atmaca cevap vermek yerine sıkkınca tüylerini düzeltmeye başlayınca Kavil atmacaya yaklaşarak ısrar etti. “Bana anlat.”
“Bilmiyorum.” Sanki adını anmak yaratığı getirecekmiş gibi huzursuz olan atmaca usulca çevresine bakındı. ”Ama yaşadığı yer uzakta değil. En fazla bir günlük yol... Bazen avlanmak için buralara da geldiği söyleniyor; ama onu görenlerden geriye sadece kemikleri kalıyor. Koca pis bir kuş işte! Ondan uzak durmanı tavsiye ederim. İki ayaklılara gelince... ormanın dışındaki düzlüklerde onlardan bolca var. Tuhaf görünüşlü yuvalarda yaşıyorlar. Onlardan ve o çirkin kuştan uzak durursan bir gün sonra büyük suya varırsın. O taraflarda bu kadar bol av yok; ama sen bilirsin.”
“Haberlerin için teşekkürler; ama artık gitmeliyim.” Kavil başını göğe kaldırıp silkindi.
“Yolcu hep yoluna gider.” dedi Gritüy iç çeker gibi. “Eğer yolun bir kez daha bu taraflardan geçerse çekinme bana gel.”
Kavil başını sallayıp tekrar teşekkür etti ve Gritüy’ün yanından ayrıldı. Ama güneşin yönünde gitmeyecekti. Bu çirkin, koca kuşu merak etmişti. İnsan köylerinden uzakta kalmaya özen göstererek güneye doğru uçtu. Onun gidişini izleyen Gritüy başını iki yana salladı. “Merak... Ona kuştan bahsetmemeliydim! Bir kardeşimizi daha kaybettik.”


Olimpia Kara Kale’yi terk edeli bir haftadan fazla olmuştu. Bunu düşündükçe Alburasebil yerinde duramıyordu. Odada sinirlice volta atıyor, elindeki mektubu sıkarak buruşturuyordu. Kızın gidişinden sonraki o ilk üç gün berbat geçmişti. Kimseyle konuşamıyor, odasından dışarı çıkamıyordu. Çok fazla sıkılmıştı ve çok öfkelenmişti. Ama sonraları öfkesi geçmiş, bu sıkıcı hayata yavaş yavaş alışmaya başladığını fark etmişti! Yinede kızın ne zaman döneceğini merak etmediği bir gün bile olmamıştı. O döndüğünde yapacağı (yapacakları) yıkımı düşünerek kendini oyalamaya çalışmıştı. Ama şimdi tekrar öfkeli hissediyordu kendini. Elinde kızdan gelen bir mektup vardı. Mektubu sabahın erken bir vaktinde o dilsiz hizmetkar getirmişti. Alburasebil’in umduğu gibi uzun bir mektup değildi. Onca zaman neler yaptığını anlatmamıştı. Hatta bu kısacık yazıya mektup demek bile imkansızdı! Hatırladıkça öfkesini körükleyen birkaç sözcük vardı kağıtta sadece!
“Başka bir işim çıkmazsa bugün döneceğim. Kendine iyi bak. –Olimpia”
Neredeyse akşam olmuştu; ama kız hala dönmemişti! Konuşmaları gereken öyle çok şey varken hala dönmemiş olması sinir ediyordu Alburasebil’i. Yorgunluktan tükenene kadar odasında volta atıp durdu. Halsizce yatağına uzandığı sırada dışarıda bir hareketlilik hissetti. Yorgunluğuna aldırmadan pencereye koştu ve perdeyi aralayıp dışarı baktı. Hava kararalı çok olmuştu; ama oradan oraya taşınan meşaleleri ve hizmetkarlara ait koşuşturan şekilleri gördüğünde kızın geldiğini anladı.
“Sonunda!” diye hırladı. ”Sonunda gelebildin!” Ama kendini o kadar yorgun hissediyordu ki daha fazla pencerenin önünde kalamadı. Gidip yatağına uzandı. “En sonunda...”
Birkaç dakika sonra Olimpia yanına geldiğinde Alburasebil’i uyurken buldu. Kız gülümseyerek Alburasebil’in yanına oturdu ve adamın dağılmış saçlarını okşamaya başladı. Alburasebil irkilerek uyandı ve kızın bileğini tuttu. Kıza bakan buz mavisi gözleri öfkeyle parlıyordu. Ama tüm o öfkesine rağmen aklına söyleyecek bir şey gelmiyordu.
Yüzünü buruşturan kız: “Kolumu acıtıyorsun!” diye sızlandı. “Neyin var senin? Beni hiç mi özlemedin?”

Olimpia sızlandı, hafifçe kıvranarak kolunu adamdan kurtarmaya çalıştı. Ama adamın öfkeyle parlayan buz mavisi gözlerine baktığında kıvranmaktan vazgeçip içini çekti. “Gerçekten üzgünüm!” dedi mutsuzca. “Biraz geciktim; ama benim suçum değildi. Kraliçe beni bir türlü bırakmak istemedi! Çok sıkıcıydı!”
Alburasebil kızı kendine doğru çekti. Gözlerinde bir öfke kıvılcımıyla kızı yatağa yatırdı, üzerine uzanıp dudaklarını ısırdı. Kan tadı aldığında hafifçe geri çekildi; ama kız onu tuttu ve kendisine doğru çekti. Kanayan dudaklarını adamınkilere bastırdı.
“Hayır!” dedi Alburasebil ve kızdan uzaklaştı. ”Beni yalnız bırak, çok yorgunum.”
Olimpia içini çekerek yataktan kalktı. “Sen bilirsin. Bu arada yarın sabah yine tek başına kalacaksın. Benim halletmem gereken birkaç ufak sorun var. Aslında çok yorgun olmasam bugün çözerdim.” Omuzlarını silkerek içini çekti. “Ama son derece yorgunum.”
Olimpia odadan çıkarken Alburasebil yeniden yatağına uzandı ve içini çekmemek için kendini zor tuttu.

“Seyyare!” Sayman hızla merdivenlerden inip Ak Satürn’ün evlatlığının yanına geldi. Kız merakla ona bakıyordu. Bakışları: “Bu geç vakitte burada ne işin var?” der gibiydi. Sayman kızardığını hissetti. “Ben aslında seni görmeyi umuyordum... Yani –şey- su içmeye gelmiştim!” Sözcükler boğazına takılınca sustu.
Seyyare güldü. “Yani ustanın bundan haberi yok?”
“Evet.” Sayman çekingence gülümseyerek kızın elini tuttu. “Peki, sen burada ne yapıyorsun?”
“Bahçede biraz gezecektim. Bana eşlik etmek ister misin?”
“Çok isterim!” Sayman kendi hevesinden utanıp kızararak kızın elini bıraktı. ”Aslında sana söylemek istediğim bir şey var...” Kısa bir süre susup derin bir nefes aldı. “Ustam gidiş tarihimizi belirledi. Biz... yarın gidiyoruz.”
Seyyare hiçbir şey söylemedi. Sayman’ın elini tuttu ve sessizce onu bahçeye çıkardı. Yıldızların altında oturdular bir süre. Sonunda kız konuşmaya karar verdi. “Gidecek olman çok üzücü.”
“Ben... arkadaşlığımızın bozulmasını istemezdim...” Sayman ne kadar üzüldüğünü kıza belli etmek istemediği için yere uzanıp gözlerini yıldızlara dikti. “Belki mektuplaşabiliriz, diye düşündüm. Yani sen de istersen? Belki birkaç kez de görüşebiliriz...”
“Bu çok hoşuma gider.” Seyyare de yıldızlara bakarak cevap vermişti. “Senin gibi bir –eee- arkadaşı kaybetmek istemem doğrusu. Beni güldürüyorsun. Bu sıkıcı hayatıma bir renk getiriyorsun.”
“Öyle mi?” Sayman başını çevirip yıldızların zayıf ışığı altında kıza baktı. “Gerçekten de mi?”
“Elbette.” Kız gülümseyerek Sayman’ın gözlerinin içine baktı. Kızın kızardığını gören Sayman’ın içini tuhaf bir heyecan sardı. Seyyare yavaşça eğilip Sayman’ı dudaklarından öptü. “Seni çok özleyeceğim.” diye fısıldadı usulca.
Öpücüğün etkisinden bir türlü kurtulamayan Sayman kıza şaşkınca bakmaktan kendini alamıyordu. Bir yandan da kendini çok mutlu hissediyor, kalbinin fırlayıp gitmesine zor engel oluyordu.
Kız utanarak başını eğdi. “Beni unutmanı istemedim.” diye mırıldandı. Sayman cevap vermedi, cevap veremeyecek kadar şaşkındı hala. Sessizlik uzadı. Sayman şaşkınlığını üzerinden atmaya çalıştıkça Seyyare de utanıp kızarıyordu. Kendi cüretinden dehşete düşmüş gibiydi. Sonunda Sayman kıza döndü, kafasının içinde kıza sormak istediği birçok soru vardı. Ama kız bu soruları yanıtlamak istemiyor olacak ki birden ayağa kalktı. “Geç oldu.” dedi usulca. “Artık gitmeliyim.”
Bunun üzerine Sayman aklına gelen bütün soruları bir kenara bırakıp geceler boyu zihnini kurcalayan şeyi söyleyiverdi. “Seni seviyorum!” Ardından bileklerini tutup nazikçe çekerek kızın yeniden oturmasına sağladı. Vereceği cevaptan hem korkarak hem de umutlanarak kızın gözlerine baktı. “Seni çok seviyorum.”
Seyyare bir an inanamayarak baktı ona. Sonra da gülerek sarıldı. “Sonunda söyleyebildin! Ben de seni seviyorum!”


Aynı gün daha erken vakitte Kavil İçdeniz’e varmıştı. İçdeniz’deki adaların en küçüğü olan Sin’in zirvelerinden Kara Kale’yi görmeye çalışıyordu. Ellerini öğlen güneşine siper etmiş uzaklarda bir tepede görünen kapkara surlara ve surların içinden yükselen kulelere ifadesiz bir yüzle bakıyordu. Sonra içini çekerek yanındaki devasa yaratığa döndü. “Beni buraya kadar getirdiğin için teşekkürler. Keşke daha ileriye götürebilseydin!”
“Keşke.” dedi tıslayan bir ses. “Ama imkansız. Biliyorsun.” Yaratığın koyu kızıl pulları güneşin altında parıldıyordu. Başını kaldıran yaratık Kara Kale’ye baktı. Kanatları olan dev bir kertenkeleye benziyordu. Ama bir kertenkeleden çok daha güzel ve korkutucuydu. Başının üstündeki kıvrık boynuzları gün ışığıyla parlarken bile ölümcül görünmeyi başarıyordu. Gözleri alev kırmızısıydı. Gözbebekleri dikey siyah şeritlerden ibaretti.
“Adını hiç sormadım.” dedi Kavil, yaratığa dönerek. “Sorsam bana söyler miydin?”
Korkunç tiz bir çığlık atarak kızın sinirlerini alt üst etti yaratık. Kavil ürpererek kulaklarını kapadı. Bu zamana kadar hep insan dilinde konuşan yaratığın şimdi neden çığlık attığını bir türlü anlamıyordu.
“Adım bu.” dedi yaratık, şaşıran kıza. “Sizin dilinizde bir adım yok; ama türdeşlerim arasında bu isimle bilinirim.”
“Ah... Ama ben bunu söyleyemem.” Kavil şaşkınlığını üzerinden atarak sordu: “Başka bir ismin yok mu?”
“Var; ama o da türdeşlerimin dilinde.” Yaratığın pullu yüzünde gülümsemeye benzer bir ifade belirdi. “İnsanların bana koyduğu bir ad yok. Tanıdığım diğer insanları yedim. Ama elbette onlar sizin ‘barbar’ olarak nitelendirdiklerinizdendi. Hiç büyücü yemedim. Aslında daha önce bir büyücüyle hiç karşılaşmamıştım. Eğer istiyorsan bana bir isim verebilirsin.”
“Pekala, bir düşüneyim.” Kavil elini çenesine dayayarak karşısındaki yaratığı süzdü. 10 gün kadar önceydi o atmacayla karşılaşması. Onun bahsettiği şu büyük çirkin kuşu merak ederek yola çıkmıştı. Atmacanın söylediği yere bir gün sonra ulaşmış; ama kuş falan bulamamıştı. Ama onun yerine yere oyulmuş koca bir delikten çıkan bu yaratığı bulmuştu. Havayı koklayarak yuvasından çıkan devasa yaratık Kavil’e şöyle bir bakmış ve anında onun gerçek bir atmaca olmadığını anlamıştı. Kavil de yaratığa gerçek yüzünü göstermek için bir kez daha insan olmuştu. Bu yaratığın bir ejderha olduğunu anında anlamıştı. Ejderhalar çok zeki ve bir o kadar da alıngan oldukları için bu ejderhanın kendisine zarar verip vermeyeceğinden emin olamamıştı. Birkaç yüzyıl kadar önce büyücülerle ejderhalar arasında bir anlaşma yapıldığını biliyordu elbette. Bu anlaşmaya göre ejderhalar insanlara (büyücülere) zarar vermeyecek, insanlar da onların bölgelerine girip ejderhaları avlamaktan vazgeçecekti. Bu anlaşma her iki tarafın da yararına olmasına rağmen sivrilmeyi seven bazı ejderhalar anlaşmanın şartlarına uymayınca tekrar savaş çıkmıştı. Büyücülerin bu asi ejderhaları siyah renkle lanetlemeleri üzerine başka ejderhalar da seslerini yükseltince savaş iyice kızışmış ve her iki taraf da büyük kayıplar yaşamıştı. Kavil o savaşlar sırasında dahi insanlara sadık kalan ejderhalar olduğunu duymuştu; ama doğruluğundan emin olamadığı için karşısındaki ejderhadan gözlerini ayırmamıştı. Ama ejderha, savaşı Kavil’den daha iyi hatırladığı konusunda kızı temin etmişti. Büyücülerle yapılan anlaşmaya hala sadıktı. Kavil’e zarar vermemiş, hatta ona yardım bile etmişti! Kavil ejderhanın sırtında yaptığı birkaç günlük yolculuktan sonra Olimpia’nın yakınlarda olduğunu öğrenmeyi başarmıştı. Hemen ejderhaya saklanmasını söylemiş ve Olimpia’yı izlemeye gitmişti. Olimpia’nın Kraliçenin davetlisi olduğunu öğrendiğinde oldukça şaşırmıştı; ama kutlamanın Olimpia şerefine verildiğini öğrendiğinde şaşırdığı kadar değil! Ve kutlama günlerce sürmüştü! Sonunda Olimpia kalesine dönmek için ayrıldığında Kavil de ejderhanın saklandığı yere dönmüş ve olimpia’nın ardından tekrar yola çıkmışlardı. Kavil bu zaman içinde kısacık bir süre dahi olsa Olimpia’yı görebildiği için seviniyordu.
“Sergüzeşt.” dedi Kavil sonunda gülümseyerek. “Seni Sergüzeşt olarak anacağım. Senin için de uygun mu?”
“Evet, çok uygun. Ejderha gülümser gibi oldu. Sonra sivri tırnakları olan pençesiyle şiddetle boynunu kaşıdı ve yere düşen tek pulu dişleriyle alıp kıza uzattı. Ejderhanın nefesi karşısında boğulacak gibi olan kız nefesini tutarak pulu aldı. Yakından bakınca pul hafifçe şeffaf görünüyordu.
Ejderha başını geri çekti. “Pulumu sakla.” diye tısladı hafifçe. “İhtiyacın olduğunda beni çağırmanı sağlayacak. ”Tek yapman gereken pulumu yüreğine yakın bir yerde taşıman. Artık gitmeliyim, hoşça kal dişi büyücü.”
Ejderha koca kanatlarını açıp esnetirken Kavil büyülenmiş gibi baktı ona. Böylesine büyük ve güçlü bir yaratığın şekline bürünebilmesi ne kadar da güzel olurdu! Hiçbir şey, hiç kimse durduramazdı onu o zaman! Olimpia’yı
kolayca yakalardı. Herkesin gözünde kahraman olurdu. İmrenilerek bakılan, saygı duyulan güçlü bir büyücü olurdu. Ama ejderhaların şekline girmek onun için bile imkansızdı. Sadece kendinden zayıf olan canlıların şekline bürünebilirdi. İstediğinde bir aslan olabilirdi; ama bu şekilde atmacayken olduğundan daha kısa bir süre kalabilirdi. Bir filin şekline bürünse birkaç saat içinde tekrar insana dönmek zorunda kalırdı. Ama çok ufak bir şeye de dönüşemiyordu. Mesela böceklerin yapısı insanlarınkinden o kadar farklıydı ki bir böceğe istese bile dönüşemezdi; ama zaten bir böceğe dönüşmeyi de istemezdi! İçini çekerek tekrar ejderha olmanın hayalini kurdu ve ejderha uçup gittikten çok sonra bile arkasından bakmaya devam etti. Sonra ejderhanın verdiği pulu cüppesinin katları içine yüreğine yakın bir yere sakladı ve tekrar atmacaya dönüştü.
Kavil, Kara Kale adındaki surlarla çevrili o koca şehre vardığında akşam olmuştu. Sessizce şehrin üzerinde uçtu. Kimse fark etmedi onu. Olimpia’nın yaşadığı şatoya yaklaşırken ikinci bir surun şatoyu çevrelediğini gördü. Kara Kale’ye öyle bir sessizlik hakimdi ki Kavil huzursuzca çevresine bakmaktan alıkoyamadı kendini. Kulelerin ve oldukça yüksek birçok binanın yanından geçen Kavil yükselerek şatonun çevresinde dönmeye başladı. Kaba bir yapıydı şato. Kara taşları büyüyle güçlendirilmişti. Kavil bahçeleri görünce bir an gözlerine inanamadı. Bir Ölüm Büyücüsü’nün bahçeyle ne işi olabilirdi ki? Belki de büyüsü için gereklidir, diye düşündü ve yukarıdan beşgen şeklinde görülen kaleye yaklaştı. Keskin gözleriyle şöyle bir çevreyi taradıktan sonra nöbet tutan adamları görmeyi başardı. Hepsi de karanlıkta görülmeyi zorlaştıran mat siyah zırhlar giymişti. Kavil onları sadece kıpırdandıklarında görebiliyordu.
Devasa şatonun girişine bakan yaşlı bir ağacın dalına tünedi. Tünediği anda üzerine bir rahatlama çöktü. Uyku bastırdı hemen sonra. Ama Kavil şimdilik uyumayı düşünmüyordu. Gözlerini kırpıştırıp başını sallayarak uykusunu kovmaya çalıştı. Akşamın gölgeleri derinleştikçe hava soğumaya başlamıştı. Kavil uyanık kalmaya çalışarak tüylerini kabarttı. Sonra bir hareketlilik başladı ve Kavil’in uykusu kaçtı. İç güdüleri daha yüksek bir yerlere konması için uyarıyordu; ama Kavil aldırmadı. Keskin gözleri koca kara kapıların açıldığını gördü. Kapıların çıkardığı gıcırtılar belli belirsiz duyuluyordu. Sonra abanozdan yapılmış bir araba iki kara at tarafından çekilerek geldi ve şatonun
kara kapılarının önünde durmasıyla beraber kapılar açıldı. Birçok hizmetkar efendilerini karşılamak ve onun ağır valizleriyle ilgilenmek için dışarı fırladı. O sırada Kavil Olimpia’yı da gördü. Sakince arabadan çıkıyordu. Hizmetkarları hemen yanına koşup arabadan inmesine yardım ettiler. Birkaç hizmetkar valizlerini şatoya çıkarmak için koşturdu. Olimpia ise soğuk gözlerle kısa bir süre hizmetkarlarının çalışmasını izleyerek dışarıda oyalandı. Soğuk havayı içine çekti ve başını hafifçe kaldırıp gökyüzüne baktı. Kavil onun gülümsediğini gördü. Sonrasında ise Olimpia yok olmuştu.
Olimpia gittikten kısa süre sonra Kavil bir kez daha kendini güvende hissetmeye başlamıştı. İç güdüleri tehlikenin azaldığını söylüyordu. Olimpia’yı yakından görmüş olmanın verdiği heyecan yerini büyük bir yorgunluğa bırakmaya başlamıştı. Ve daha fazla direnemeyerek uykuya teslim oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder